Турецкая сказка

Информация о пользователе

Привет, Гость! Войдите или зарегистрируйтесь.


Вы здесь » Турецкая сказка » Турецкий язык » Сказки на турецком языке


Сказки на турецком языке

Сообщений 21 страница 32 из 32

21

BİR KÜÇÜCÜK OĞLANCIK VARMIŞ !
Bir küçücük oğlancık, bir gün okula başlamış. Pek mi pek akıllıymış. Okulu da pek büyükmüş. Ama akıllı çocuk, sınıfına dışarıdan kestirme bir yol bulmuş.Buna çok sevinmiş. Artık okulu ona kocaman görünmüyormuş. Bir zaman sonra, bir sabah öğretmen demiş ki; "Bugün resim yapacağız." "Ne güzel ! " demiş çocuk. Resim yapmasını pek severmiş. Her türlüsünü de yaparmış. Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler ... Mum boyasını çıkarmış ve çizmeye başlamış. Ama öğretmen "Durun!" demiş. "Henüz başlamayın." Ve çocuk herkes hazır olana kadar beklemiş. "Şimdi" demiş öğretmen, "Çiçek çizmesini öğreneceğiz." "İyi demiş" çocuk. Çiçek çizmesini çok severmiş ve pek güzellerini yapmaya başlamış pembe, mavi, turuncu mum boyalarıyla.. Ama öğretmen, "durun" demiş, "size nasıl yapacağınızı göstereceğim." Yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. "İşte" demiş öğretmen, "Böyle çizeceksiniz. Şimdi başlayabilirsiniz." Küçük çocuk bir öğretmenin resmine bakmış, bir de kendininkine... Kendininkini daha bir sevmiş ama bunu söyleyememiş. Kağıdı çevirip öğretmeninki gibi yeşil saplı kırmızı bir çiçek çizmiş. Bir başka gün küçük oğlancık, sınıfa çıkan kapıyı tek başına açmayı becerdiğinde, şöyle demiş öğretmen. "Bu gün çamurdan bir şey yapacağız." "İyi" demiş çocuk. Çamurla oynamayı pek severmiş. Her şeyi yapabilirmiş onunla. Yılanlar, kardan adamlar, filler, fareler, arabalar... Başlamış çamuru yoğurup sıkıştırmaya.. . Ama öğretmen "Durun, daha başlamayın !" ve beklemiş hazır olmasını herkesin. "Şimdi" demiş öğretmen, "Bir çanak yapacağız." "Güzel" demiş çocuk. Çanak yapmasını da pek severmiş ve başlamış yapmaya boy boy, şekil şekil çanakları. Ama öğretmen "Durun !" demiş, "Size nasıl yapılacağını göstereceğim." Ve de göstermiş herkese bir büyük çanağın nasıl yapılacağını. "İşte" demiş öğretmen "Artık başlayabilirsiz." Küçük çocuk bir öğretmenin çanağına bakmış, bir de kendininkine. Kendininkini daha çok sevmiş, ama bunu söyleyememiş. Toprağını yuvarlayıp yeniden yapmış öğretmeninki gibi derin bir çanak. Ve çok geçmeden küçük çocuk öğrenmiş beklemeyi, izlemeyi ve her şeyi öğretmen gibi yapmayı. Ve çok geçmeden başlamış kendiliğinden hiçbir şey yapmamaya. Ama birdenbire küçük çoçuk ve ailesi taşınıvermiş başka bir eve, başka bir şehire ve çocuk gitmiş başka bir okula... Bu okul daha da büyükmüş öbüründen. Kestirme yolu da yokmuş dışarıdan. Büyük basamakları çıkmak ve uzun koridorları geçmek gerekiyormuş sınıfa kadar. Ve daha ilk gün demiş ki öğretmen: "Şimdi resim yapacağız !" "Güzel" demiş çocuk ve beklemiş öğretmenin ne yapacağını söylemesini. Ancak öğretmen bir şey söylemeden başlamış dolaşmaya. Küçük çocuğun yanına gelince sormuş: "Resim yapmak istemiyor musun?" "İstiyorum" demiş çocuk. "Ne yapacağız?" "Ne istersen" demiş öğretmen. "Her kes ayni resmi yaparsa ve ayni renkleri kullanırsa, kimin ne yaptığını ve neyin ne olduğunu nasıl anlarım ben?" "Bilmem" demiş çocuk ve başlamış "YEŞİL SAPLI KIRMIZI ÇİÇEĞİ" çizmeye...

0

22

Kara Tren
http://s52.radikal.ru/i135/0902/76/8a6de8b3281d.gif
Evvel zaman içinde bir orman varmış. Bu ormanın kenarından tren yolu geçermiş. Her gün bir tren kasabadan kente giderken bu ormanın yamacından geçermiş. Ormandaki hayvanlar treni çok severlermiş. Tren ormanın kenarına gelince düdüğünü öttürür haber verirmiş: Düüüüüütt!.. O zaman hayvanlar ormanın kenarına koşarlarmış. Tavşanlar, sincaplar kulaklarını sallayarak onu selamlarmış. Çiçekler bile başlarını sallar, kuşlar onunla yarışırlarmış. Trende keyifli keyifli çuf, çuf çuf çuf eder, puf puf puf diye dumanını çıkararak geçer gidermiş.

Bir gün kara karga, “Aman bıktım bu trenin sesinden” diye gecirmis icinden. Kargaların kendi sesleri çirkin olduğu için olacak, trenin sesini, güzel düdüğünü sevmemiş bizim kara karga. Sonra da gidip trene şöyle demiş: “Biz senin sesini sevmiyoruz öttürüp durma.”Tren bu işe çok üzülmüş. “Beni seviyorlar sanıyordum” demiş. Ertesi günü ormanın kenarına varınca her zamanki gibi düdük çalacakmış, ama karganın söyledikleri aklına gelince `düt` demiş kesmiş düdüğü. Sonra da kimse duymasın diye çok, ama çok yavaş geçmiş gitmiş: Çuf, çuf, çuf, puuuuff… dumandan anlamış ormandakiler trenin geçtiğini hemen koşmuşlar ama yetişememişler. Tren o kadar yavaş gitmiş ki kente geç gelmiş. Makinistler merak etmişler. Acaba bir arıza mı var diye. Oysa tren yavaş gittiği için gecikmiş.Ertesi gün tren ormanın kenarına gelince düdüğünü hiç çalmamış. Sonra da “düdük çalmadan, ormandakileri görmeden ne diye gideyim, hiç gitmem” demiş. Orada durmuş kalmış. Kentte beklemişler. Tren gelmemiş. Makinistler “Dünden belli oluyordu, arıza yaptı herhalde” demişler. Yeni bir lokomotif çıkarmışlar ve treni kasabaya geri çekmişler. Ertesi gün trene bakmaya karar vermişler.Bu sırada ormandakiler toplanıp aralarında konuşmuşlar. Treni özledik ne yapsak, diye düşünmüşler. Kuşlar ağlamışlar. Bize darıldı diye üzülüyorlarmış. Kara karga olanları görünce yaptığı yanlışı anlamış. <******> “Sanırım siz seviyordunuz. Oysa ben ötmemesini söyledim. Ama üzülmeyin gider kendim anlatırım.” demiş ve ormanda herkes seni çok seviyor ve sen geçmediğin için üzülüyorlar.Kara tren bunu duyunca çok sevinmiş. “Yarın geleceğim git söyle” demiş.Ertesi gün makinistler gelmişler. Trende hiçbir arıza bulamamışlar. Çok şaşırmışlar. Yağlanması gerektiğini düşünmüşler. Treni bir güzel yağlamışlar. Sonra da yola çıkarmışlar. Tren koşa koşa ormana gelmiş. Gelince de uzun bir düdük çalmış. Düüüüüüüüüü…üüüüüü…..üüüüüüüt. Sincaplar, tavşanlar, kuşlar koşmuşlar trene, trende gene çuf çuf çuf, diye keyifle giderken puf puf puf, diye dumanını taa göklere salmış. O gün kente tam vaktinde varmış ve bir daha hiç bozulmamış.
Kedi Köpek Kavgası
Bir varmış, bir yokmuş. Ormanda ağaç çokmuş. Koca koca çınarlar, kerestelik köknarlar, çamlar, gürgenler, meşeler hep oradaymış. Maymunlar daldan dala atlarken sincaplar fındık toplarmış. Ormanın kendine göre kuralları varmış. Kuralları Aslan koyarmış. Yine bir gün Aslan ormana haber salmış. Telli turna üç gün önce orman halkını dolaşmış. Aslan kendileriyle bir konuyu görüşeceğini bildirmiş. Ayılar koca çınarın dibini süpürüp toplantı yerini düzenlemişler. Gündemi alan yerine oturmuş. Sözcü yerine geçmiş. Yazıcılar hazırlanmış Kral Aslan gelip toplantıyı açmış. Yoklamada anlaşılmış ki deve ortada yok.
– Git, deveyi bul getir, demiş aslan köpeğe.
– Emredersiniz, sayın kralım, ama ben deveyi tanımıyorum. Demiş köpek. Aslan:
- Tanımayacak ne var? Eğiri büğrü, kambur bir hayvan. Köpek bu tanım üzerine yola çıkmış. Ağaç altlarını aramış yok. Dere boyunu aramış bulamamış. Çayırda da bulamayınca çalılıklar arasına gitmiş. Kendi kendine söylenerek yürüyormuş: Bu sıcakta deve aranır mı hiç? Ortalıkta dolaşacak değil ya kim bilir nerede uyuyordur. Köpek, devenin bu sorumsuzluğuna çok öfkelenmiş. Birden çalıların arasından bir kedi çıkmasın mı?Köpek hiç unutmazken karşısına bir şey çıkınca irkilmiş. Havlayarak kedinin üzerine yürümüş. Birdenbire karşısında köpeği görünce korkmuş kedi.
– Miyaaaavvv! ...tısss! deyip tortop olmuş. Kafasını yere yatırmış, sırtını kamburlaştırmış, kuyruğunu kıvırmış. Kediyle köpek her nasıl birbirlerini tanımıyorlarmış. Köpek sırtında kamburu, kuyruğunda eğriliği görünce kediyi deve sanmış.
– Yürü, demiş. Kral seni toplantıya çağırıyor. Köpek önde kedi arkada toplantı yerine gelmişler. Köpek kediyi orta yere dikip:
-İşte, deveyi getirdim Kral’ım. Demesiyle birlikte orman çınlamış. Tüm hayvanlar katıla katıla gülmüşler. Kediyi gösterip.
– Aaa, deveye bak, diyerek köpekle dalga geçmişler. Kral Aslan bile gülerek:
- O deve değil kedi, demiş. İşte o zaman köpek hayvanların kendisiyle neden dalga geçtiklerini işte o zaman anlamış. Yan yan kediye bakmış. O bile gülüyormuş. Onun yüzünden alay konusu olduğu için kediye çok kızmış.

– Ben sana gösteririm, demiş içinden. Kediyi hiçbir zaman bağışlamamış. Her zaman karşılaşsa kedi tısss! deyip kaçar. Daldan üç elma düşmüş.

0

23

Kalbini Kuşlara Veren Çocuk ( Deniz’in Masalı)
‘’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı

İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’
Jacgues Deval
Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.
İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.

Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.
İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.
Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.
Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.
Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.
Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.
Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.

Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?
Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.
Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.
Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.
Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.
Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını eliştirmeye çalışırmış.
Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.
Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.
Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…
Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.

Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.
Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.
Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.
Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.
İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…
Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.
Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;
“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….
İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…
Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.
Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.
Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……
İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……

0

24

Gümüş Gözlü Dev
Bir varmış, bir yokmuş. Develer tellal iken, pireler Berber iken, Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, uçsuz bucaksız Kafdağı'nda Gümüş Gözlü bir dev yaşarmış.
Gümüş Gözlü Dev, diğer devler gibi hain ve acımasız değilmiş. Aksine altın gibi bir kalbi varmış.
Herkese iyilik düşünür, herkesin yardımına koşarmış.

Ülke hükümdarı olan Sarı Dev zalimin biriymiş. En küçük suçları bile ölümle cezalandırır, cellatlara emirler yağdırırmış. En çok sevdiği kelimeler: "Öldürün! Kesin!.." gibi kelimelermiş.
Gümüş Gözlü Dev'in biricik kız kardeşi Nazlı Çiçek de hükümdar Sarı Dev'in sarayında hizmetçi olarak çalışıyormuş. Gümüş Gözlü Dev, kardeşinin başına bir felaket gelmesinden korkuyor, "Ona bir şey olursa ben ne yaparım?" diye düşünüyormuş.
Günlerden birgün korktuğu başına gelmiş.
Kardeşi Nazlı Çiçek, hükümdara yemek götürürken, ayağı eşiğe takılıp düşmüş. Tabaklar, bardak lar, yemekler etrafa saçılmış. Sarı Dev korkuyla büzülen hizmetçiye nefretle bakarak: - Götürün bu beceriksizi. Bir damdan aşağı fırlatın! diye gürlemiş.
Gümüş Gözlü Dev de oradaymış. Öyle üzülmüş, öyle üzülmüş ki sormayın.
Cellatlar koşup gelmişler. Nazlı Çiçeği kınalı saçlarından tutup sürümüşler. Gümüş Gözlü Dev'in gözlerinden yaşlar süzülmüş. Kimselere belli etmeden dışarı çıkmış. Cellatlara yetişmiş. Önlerinde diz çöküp yalvarmış:
- "Ne olur kardeşimi serbest bırakın. Annem onun yokluğuna dayanamaz. Benim başka kardeşim yok ki..." diye ağlamış. Cellatların taş kadar katı yürekleri hiç yumuşamamış.
- Hükümdarın emrine karşı gelemeyiz! diye
cevap vermişler.
Gümüş Gözlü Dev, hemen kardeşini fırlatacakları damın dibine inip beklemiş. Cellatlar kardeşini itip aşağı atmışlar.
Gümüş Gözlü Dev bir top gibi aşağı düşen kardeşini kurtarmak içjn kocaman kollarını açmış. Kızcağız bütün hızıyla kucağına düşmüş. Yere yuvarlanmışlar. Gümüş Gözlü Dev altta kalmış.
Nazlı Çiçek biraz sonra toparlanıp kalkmış.
Fakat Gümüş Gözlü Dev hâlâ upuzun yatıyormuş.
Gümüş gibi parlak gözleri yarı açıkmış. Yüzünde
mutlu bir görünüm varmış. Nazlı çiçek O'nun öldüğünü anlayınca:
- Benim için kendini feda etti. Bir daha Kaf
Dağı'na O'nun kadar iyi kalpli ve fedakar hiç kimse
gelemez... diye ağlamış, ağlamış.....

0

25

Bilge Ördek ve Kanamayı Durduran Sargı Bezi
Bir varmış, bir yokmuş. Büyük bir göl kenarında Bilge Ördek yaşarmış. Bilge Ördek kendisini okumaya ve araştırmaya adamış birisiymiş. Gölde gezinirken bile yanında mutlaka bir kitap bulundururmuş, haberleri takip edermiş. Çeşitli sıkıntıları ve hastalıkları olan diğer ördekler ondan mümkün olduğunca yararlanmaya bakarmış. Bilge Ördek ‘te diğerlerini hiç kırmazmış ve yardımlarına koşarmış. Akşam olup evine dönünce hiç durmadan deneyler yaparmış, her işin başı sağlık, dermiş.
Günün birinde, bir Sakar Avcı‘nın yolu ördeklerin yaşadığı bu göle düşmüş. Yanında taşıdığı tüfekle birlikte gururla ortalıklarda dolaşmaya başlamış. Ama kendisi sakar olduğu için şimdiye kadar bir tane ördek vuramamış. Bu halde aklı bir karış havada ilerliyormuş. Derken ayağına bir taş takılmış ve yere yuvarlanmış. Tam da yere düşmüşken tüfek birden patlamış ve kendi omzunu yaralamış. Sakar Avcı, acılar içerisinde kıvranmaya ve etraftan yardım istemeye başlamış. Gölün kenarındaki ördekler olanları görmüşler ama, korkudan yanlarına yaklaşmaya cesaret edememişler. Sonunda Bilge Ördek ‘e gitmeye karar vermişler.
Bilge Dede olanları duyunca çok üzülmüş. Avcıya yardım etmek için hemen yanına, geçen gün tamamladığı, kanamayı durduran sargı bezini almış. Cam elyaf ve bambudan yapılmış bu sargı bezi, damarları daraltarak yaranın hemen iyileşmesini sağlıyormuş. (*)
Bilge Ördek arkadaşlarıyla birlikte Sakar Avcı ‘nın yanına varmış. Önce yarayı kontrol etmiş. Avcıya gelen kurşunun sıyırdığını anlamış ve çok rahatlamış. Hemen yanında getirdikleri sargı bezini çıkarmışlar ve gerekenleri bir bir yapmışlar. Çok geçmeden Sakar Avcı ‘nın kanaması durmuş. Bilge Ördek ve arkadaşlarına çok teşekkür etmiş. Onları rahatsız ettiği için çok ama çok özür dilemiş. Artık yanında silah taşımayacakmış, insanlara ve hayvanlara iyilik etmek için yaşayacakmış. Bu sözü verdikten sonra Bilge Ördek ve arkadaşlarının arasından ayrılmış. Kendi evinin yolunu tutmuş. Ördekler de onun arkasından el sallamışlar ve mutlu yaşamlarına devam etmişler.
Sevimli Akıllı Bulut ve Muhteşem Sahra Tozu
Bir varmış, bir yokmuş. Gökyüzünde gülen oynayan ve bazen de sinirlenince ağlayan bulutlar çokmuş. Bu bulutlar arasında mutlu bir Akıllı Bulut yaşarmış. Okulunda başarılı olduğu için öğretmenleri bu ismi uygun görmüşler. Çünkü, oyun oynamadan önce ödevlerini bitirirmiş ve sınıfta bütün sorulara cevap verebilirmiş. Yani hem çalışkanmış, hem de akıllıymış.
Akıllı Bulut ile aynı sınıfta olan bir de kara bulutlar varmış. Onlar Akıllı Bulut’un çalışkanlığını hep kıskanırlarmış. Bu yüzden onu gördükleri zaman ıslıklamaya başlarlarmış, ayağına taş bağlayıp düşürürlermiş, yere düşmesini sağladıktan sonra da Akıllı Bulut’un üzerine yağmaya başlarlarmış. Zavallı Akıllı Bulut sırılsıklam olurmuş her seferinde. Akıllı Bulut onlara hemen karşılık veremezmiş çünkü, onlar kadar güçlü yağmurları yokmuş. Aslında sınıfta öğretmeni olsa iyi olurmuş ama öğretmen de onu her zaman koruyamazmış. İşte bunlar olduktan sonra da Akıllı Bulut üzerini siler, hiçbir şey olmamış gibi dersine çalışmaya devam edermiş.
Günlerden bir gün Akıllı Bulut evde ders çalışırken, buhar ve kristal buz parçacıkları bulmuş üzerinde. Bu buz parçacıkları ne kadar büyük olursa, o kadar yağmur yağdırabileceğini çok geçmeden anlamış. Üstelik bu buz parçacıklarıyla yazın yağmur, kışın kar bile yağdırabilirmiş. Eğer bu buz parçacıklarından biraz daha bulursa, Kara Bulutlar ile baş edebilirmiş. Bunu anladıktan sonra, buz parçacıklarından bulmak için dua etmeye başlamış. Her gece, derslerini bitirir bitirmez dua etmeye başlarmış.
İşte sonunda bir peri dualarını duymuş. Akıllı Bulut buz parçacıkları bulmak istiyorsa eğer, sahra tozlarına ihtiyacı olduğunu anlatmış. Bulut periye sevinçle sarılmış ve çok ama çok teşekkür etmiş. Hemen en yakın çöle gitmek için yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş. Dere tepe düz gitmiş. Akıllı Bulut çöle varmış ve bundan sonra yola devesiyle birlikte devam etmiş. Ve sonunda sahra tozlarının olduğu bölgeye varmış. Cebinden çıkardığı sandığı bu kumlarla doldurmuş. Ne kadar alması gerektiğini devesine sormuş. Çünkü sahra tozlarını devesi taşıyacakmış. İşte deve de, ancak bir sandığı taşıyabilecek halde olduğunu söylemiş. Böylece Akıllı Bulut bir sandık sahra tozunu almış, devesine yüklemiş, tekrar yola koyulmuş. Ve tekrar ülkesine yani, gökyüzüne varmış.
O gün, Kara Bulutlar işlerini yapmak yani yağmak istiyorlarmış. Ama bir türlü bunu başaramıyorlarmış. Çünkü üzerlerinde sahra tozu kalmamış. Üzgün bir şekilde yağamadan evlerine dönüyorlarmış. Yolda giderken Akıllı Bulut ‘a rastlamışlar. Ve başlarına gelenleri anlatmışlar. Akıllı Bulut’un yardımını istemişler. Bunun üzerine sahra tozuyla dolu sandığı çıkarmış ve Kara Bulutların üzerine serpmeye başlamış. Kara Bulutlar güçlenmeye başlamış ve sevinçle yağmur yağdırmaya başlamışlar. Bunun için, Akıllı Bulut ‘a çok ama çok teşekkür etmişler. Ona yaptıkları kötülükler için özür dilemişler. Akıllı Bulut ile barışmışlar ve birden mucize olmuş ve kara bulutlar tertemiz bir beyazlığa bürünmüşler. Bundan böyle hiç kavga etmemişler ve mutlu bir şekilde yaşamışlar.

0

26

KÜÇÜK DENİZ KIZI
Bir zamanlar altı güzel kızı olan bir kral varmış. Ama bu kral insanların kralı değilmiş. Ülkesi dalgaların altında balıkların değerli taşlar gibi parıldadığı bir ülkeymiş. Genç prenseslerin anneleri çoktan ölmüş ve onları büyükanneleri büyütmüş. İçlerinde en güzelleri en küçük olanıymış. Saçları altın bukleler halinde omuzlarına dökülüyormuş. Kızlar büyükannelerinin anlattığı yeryüzüyle ilgili masalları çok seviyorlarmış. Bu masallarda bacak adlı iki şeyin üzerinde yürüyen garip insanlar varmış. Küçük denizkızı da bu anlatılanları görmek istiyormuş. "Onbeş yaşını beklemen gerekir," demiş büyükanneleri. "O zaman gidip görebilirsin."
En büyük denizkızı yaşı geldiğinde yüzeye çıkmış ve gördüğü ilginç şeyleri kardeşlerine anlatmış. Yıllar geçmiş ve sonunda küçük denizkızının da yüzeye, insanların dünyasına çıkabileceği gün gelmiş. Şimdiye kadar hep merak ettiği dünyayı artık kendi gözleriyle görebilecekmiş. Yüzeye doğru yüzerken güneş batıyormuş. Yakınlarda bir gemi demir atmış. Küçük denizkızı yüzeye çıktığında güvertedeki yakışıklı prensi görmüş. Prens kendisini birisinin gözlediğini de, prensesin ondan gözlerini ayıramadığını da bilmiyormuş tabii. Birden hava kararmış, gemi çıkan fırtınayla sallanmaya başlamış. Çok geçmeden yelkenleri parçalanmış, direği kırılmış ve gemi sulara gömülmüş. Küçük denizkızı sularda çırpınan prensi son anda görüp kurtarmış. Onu kucaklayıp kıyıya götürmüş ve sahile bırakmış. Sabah olduğunda prens hala yattığı yerde uyuyor, denizkızı da başucunda onu bekliyormuş. Az sonra birkaç kız koşarak gelmiş. Prens gözlerini açmış ve kalkıp yürümüş. Küçük denizkızı oracıkta üzüntüsüyle baş başa kalmış.
O günden sonra küçük denizkızı prensi görebilmek umuduyla birçok kez yüzeye çıkmış. Artık dayanamıyormuş. Su cadısına gidip akıl almaya karar vermiş. Cadı onu görünce bir kahkaha atmış: "Niçin geldiğini biliyorum denizkızı," demiş. "İnsana dönüşüp karaya çıkmak istiyorsun. Böylece prensle daha yakın olacağını düşünüyorsun. Ama bunun bir bedeli var, biliyor musun?" "Bilmiyordum," demiş küçük denizkızı, "ama insan olabilmek için neyse öderim." "Sesini istiyorum," demiş cadı, "şu şarkılar söyleyen güzel sesini. Bana sesini verirsen ben de seni iki ayaklı güzel bir genç kıza çeviririm. Ama unutma, prens seni bütün kalbiyle sevmeli ve evlenmeli. Yoksa bir deniz köpüğüne dönüşüp sonsuza dek yok olursun." " Çabuk," demiş küçük denizkızı. "Ben kararımı çoktan verdim zaten." Bunun üzerine su cadısı küçük denizkızına içmesi için büyülü bir ilaç vermiş. Küçük denizkızı prensin karşısına dikildiği an prens bu hiç konuşmayan kızdan çok hoşlanmış ve onsuz yapamayacağına karar vermiş. Küçük denizkızı da prensi her geçen gün daha çok sevmiş, ama prens ona bir türlü evlenme teklif etmiyormuş. Prensin annesi ve babası, kendine eş bulması için baskı yapıyorlarmış. Prens sonunda yakındaki bir ülkenin prensesiyle tanışmaya karar vermiş. Yanında küçük denizkızını da götürmüş. Zavallı kız çok acı çekiyormuş. Prens komşu ülkeye gidip prensesle karşılaşınca aklı başından gitmiş ve hemen evlenmek istemiş. Düğünleri muhteşem olmuş. Her yer çiçek, ipek ve mücevherle kaplıymış. Mutlu çifti görmeye gelen herkes coşku içindeymiş. Yalnızca küçük denizkızı sessizmiş. Gözyaşları sessizce süzülüyormuş yanaklarından. O gece küçük denizkızı güvertede dikilmiş karanlık sulara bakıyormuş. Gün doğarken bir deniz köpüğü olup o sulara karışacakmış. Birden suların dibinden denizkızının kardeşleri çıkmışlar. Saçları kısa kısa kesilmiş. "Saçlarımızı su cadısına verdik, karşılığında da bu bıçağı aldık. Eğer bu gece bu bıçağı prensin kalbine saplarsan büyü bozulacak." Küçük denizkızı bıçağı almış ama prense asla zarar veremeyeceğini biliyormuş. Güneş doğduğunda kendini ağlayarak denize atmış. Ama denize düşmemiş. Kendini havada uçarken bulmuş. Çevresinde altın renkli ışıklar dans ediyormuş. "Biz havanın kızlarıyız " demişler. "Artık bizimle mutlu olursun." Küçük denizkızı gökyüzüne doğru yükselirken aşağıya, prensin gemisine bakmış ve gülümsemiş.

0

27

YILDIZ ÇOCUĞU  Oscar Wilde
Evvel zaman içinde, iki yoksul oduncu bir çam ormanından geçiyordu. Kışın acı soğuk bir günüydü. Onlar geçerken dalları yığın yığın kar kaplıyor, don iki yanlarındaki küçük sürgünleri koparıyordu. Çağlayana geldikleri zaman onu havada donmuş buldular, çünkü onu buz hakanı öpmüştü.
Hava öyle soğuktu ki, hayvanlar da ne yapacaklarını şaşırmıştı.
Kurt, kuyruğu bacağının arasında, çalıların üzerinden atlarken, "Oh!" diye hırladı, "Bu tam anlamıyla canavarca bir hava. Hükümet niçin çaresine bakmıyor?"
Yeşil keten kuşları, "Tuit! tuit! tuit!" dediler, "Yaşlı dünya ölmüş, beyaz kefeniyle yatırmışlar."
Kumrular birbirlerine, "Dünya evleniyor, bu onun gelinliği," diye fısıldadılar. Küçücük pembe ayakları soğuktan kavrulmuştu, ama duruma duygusal bir gözle bakmayı görev bildiler.
Kurt, "Saçma," diye homurdandı, "Hep hükümetin suçu diyorum size, bana inanmazsanız, yerim sizi." Kurdun son derece kestirmeci bir kafası vardı; bir tartışmada hiçbir zaman altta kalmazdı.
Anadan doğma düşünür ağaçkakan, "Bana kalırsa, açıklama için atom bilgisine gerek yok. Bir şey nasılsa öyledir. Şu anda, korkunç bir soğuk var," dedi.
Gerçekten korkunç bir soğuk vardı. Uzun çamların içinde oturan sincaplar ısınabilmek için burunlarını birbirlerinin burnuna sürüyor, tavşanlar deliklerinde kıvrılıp dışarıya bakmayı bile göze alamıyorlardı. Bundan hoşlananlar, yalnızca koca boynuzlu baykuşlardı. Tüyleri kırağıdan dimdik olmuştu, ama aldırmıyorlardı. Koca gözlerini yuvarlaya yuvarlaya ormanın bir başından öbür başına birbirlerine "Tuuuit! Tuuuuit! Tuuuuit! Ne güzel hava!" diye bağırıyorlardı.
İki oduncu parmaklarını hırsla hohlayarak, koskoca demir nalçalı çizmeleriyle kaskatı karı çiğneye çiğneye durmadan yürüyordu. Bir kez derin bir kar çukuruna batıp değirmen taşları dönerken akpak olan değirmenciler gibi apak çıktılar; bir kez de donmuş bataklığın sert buzları üstünde ayakları kaydı; çalı çırpı demetleri yere düştü, dağıldı; toplayıp yeniden demet yapmak zorunda kaldılar; bir kez de yollarını şaşırdıklarını sandılar, üstlerine bir korku çöktü, çünkü karın kolları arasında uyuyanlara acımasız olduğunu biliyorlardı. Ama, bütün yolcuları koruyan Saint Martin'e sığındılar ve izlerine basa basa, sakınarak geri döndüler. Sonunda ormanın kıyısına varıp, ta uzakta koyağın aşağısında, oturdukları köyün ışıklarını gördüler.
Kurtulduklarına öyle sevindiler ki kahkahalarla güldüler. Gözlerine bütün dünya gümüşten bir çiçek, ay da altından, başka bir çiçek gibi göründü.
Bununla birlikte, gülmeleri geçince üzüntüye kapıldılar; çünkü yoksulluklarını anımsamışlardı; biri ötekine, "Dünyanın bizim gibiler için değil zenginler için olduğunu gördüğümüz halde, ne diye neşelendik?" dedi, "Keşke ormanda soğuktan ölseydik ya da yabanıl bir hayvan üstümüze atılıp bizi öldürseydi."
Yol arkadaşı, "Doğru" dedi, "Kimilerine çok verilmiş, kimilerine az. Dünya nimetlerinin bölüştürülmesi adaletsiz olmuş. Üzüntüden başka hiçbir pay eşit değil."
Ama, düşkünlüklerinden birbirlerine yanıp yakılırken, pek tuhaf bir olay oldu: gökten güzel, parlak bir yıldız düştü. Kendi yolunda, öteki yıldızların yanından geçerek gökyüzünün gerisinden kayıverdi; merakla ona bakarlarken sanki bir taş atımı uzaklıkta, küçük bir ağılın arkasındaki bir yığın söğüt ağacının gerisine inivermiş gibi geldi onlara.
"İlkin kim bulursa, altın bir asa var!" diye haykırıp hemen koşmaya başladılar, altına öyle can atıyorlardı ki...
Biri arkadaşından daha hızlı koştu, onu geride bıraktı, söğütlerin arasından yolunu söküp öbür yana çıktı. Vay! Gerçekten, beyaz karın üstünde altından bir şey yatıyordu.
Hemen o yöne doğru gitti, yere eğilip ellerini üstüne koydu. Yıldızlarla tuhaf bir biçimde işlenmiş, kat kat altın sırmalı bir pelerindi bu. Arkadaşına gökyüzünden inen hazineyi bulduğunu haykırarak söyledi. Arkadaşı gelince karın içine oturdular, altınları bölüşmek için pelerinin katlarını gevşettiler. Ama, içindeki ne altın, ne gümüş, ne de herhangi bir tür hazineydi; pelerinin içinde yalnızca uyuyan küçücük bir çocuk vardı.
Odunculardan biri ötekine, "Bu umudumuzun acı sonu, ne talihsizmişiz, bir insana bu çocuğun ne yararı dokunabilir? Haydi yoksulluğumuzu düşünelim, ekmeklerini başkalarına veremeyeceğimiz kendi çocuklarımız olduğunu bilip şunu burada bırakalım," dedi.
Ama arkadaşı, "Yok, çocuğu karın içinde ölmeye bırakmak kötü bir şeydir. Ben de senin gibi yoksulum, benim çanağımda da azıcık bir şey, doyuracağım birçok boğaz var. Ama gene de çocuğu evime götürürüm, karım ona bakar," diye yanıt verdi.
Sonra çocuğu büyük bir dikkatle kaldırıp acı soğuktan korumak için pelerine sardı; arkadaşı onun budalalığına, yufka yürekliliğine şaşkın şaşkın bakarken yokuştan aşağı doğru yollandı.
Köye vardıkları zaman, arkadaşı, "Çocuk sende, bana da pelerini ver, en uygunu paylaşmamızdır," dedi.
Ama, beriki yanıt verdi: "Yok, pelerin ne senin, ne de benim, çocuğun," dedi ve onu Tanrı'ya ısmarlayıp kendi evine vardı, kapıyı çaldı.
Karısı kapıyı açıp kocasının eve sağ ve esen döndüğünü görünce adamın boynuna sarılıp öptü. Sırtından çalı çırpı demetini indirdi, çizmelerinin karlarını süpürüp onu içeri çağırdı.
Kocası, "Ormanda bir şey buldum, bakarsın diye sana getirdim," dedi, ama eşikten ayrılmadı.
Kadın, "Neymiş o? Göster bakayım, ev tamtakır, birçok şeye gereksinmemiz var!" diye haykırdı. Oduncu pelerini açıp uyuyan çocuğu gösterdi.
Kadın, "Vay başıma gelen! Adamcağız, kendi çocuklarımız yok mu ki ocak başına geçirecek bir değişik çocuk getiriyorsun? Hem bunun bize uğursuzluk getirmeyeceğini nereden bilelim? Sonra, biz buna nasıl bakarız?" diye söylenip kocasına darıldı.
Oduncu, "Hayır, bu Yıldız Çocuğu" diye yanıt verdi ve bulunuşunun garip öyküsünü anlattı.
Ancak kadın yatışmadı, kocasıyla eğlenerek öfkeli öfkeli, "Kendi çocuklarımız ekmek bulamazken ellerin çocuğunu mu besleyeceğiz? Bizi koruyan kim? Kim karnımızı doyuruyor?" diye haykırdı.
Oduncu, "Yok, Tanrı serçeleri bile koruyup doyuruyor," diye yanıt verdi.
Kadın, "Kışın serçeler açlıktan ölmüyor mu? Şimdi de kış değil mi?" diye sordu. Adam yanıt vermedi, eşikten de kıpırdamadı.
Ormandan gelen acı bir rüzgâr kadını titretti, çeneleri çarparak, "Kapıyı kapamayacak mısın? Evin içine zehir gibi rüzgâr doluyor, ben üşüyorum," dedi.
Adam, "İçinde katı bir yürek çarpan bir evde, her zaman zehir gibi rüzgâr esmez mi?" diye sordu. Kadın hiç yanıt vermedi, ateşe yaklaştı.
Biraz sonra dönüp kocasına baktı, gözleri yaş içindeydi. Adam çabucak içeri girdi, çocuğu kadının kollarına bıraktı, o da yavruyu öpüp kendi çocuklarından en küçüğünün yattığı küçük bir yatağa yatırdı. Ertesi gün oduncu bu acayip sırmalı pelerini alıp kocaman bir sandığın içine koydu.
Yıldız Çocuğu işte böylece oduncunun çocuklarıyla büyüdü, aynı sofrada oturdu, onlara oyun arkadaşı oldu. Her yıl gitgide güzelleşti, öyle ki köyde oturan herkesi şaşkınlıklara düşürdü; çünkü kendileri esmer, saçları da kara olduğu halde, o, biçilmiş fildişi gibi beyaz ve inceydi, kıvırcık perçemleri de zerrin çiçeğinin kıvrımları gibiydi. Dudakları al bir çiçeğin katmerlerine benziyor, gözleri saf suyun kıyısındaki mor menekşeleri andırıyor, vücudu da daha tırpancıların ayak basmadığı tarlaları kaplayan nergisleri anımsatıyordu.
Ama bu güzellik başına dert oldu. Büyüklenir oldu, bencilleşti, acımasızlaştı. Kendisi yıldızdan düşme olduğu için soylu olduğunu düşünür, oduncunun çocuklarıyla köyün öteki çocuklarını bayağı soydan diye aşağı görür, başlarına geçip onlara efendilik taslar, onları da kendi hizmetçileri yerine koyardı.
Yoksullara, körlere, sakatlara taş atar, dağ yollarına dek kovalar, başka yerde dilenmelerini söylerdi. Öyle ki, köye başkaldırıcılardan başka kimse ikinci kez gelmez oldu. Gerçekten güzelliğe vurgun biri gibiydi; güçsüzlerle çirkinleri alaya alır, onlarla eğlenirdi; yalnızca kendisini severdi. Yazın durgun havalarda papazın yemişliğindeki bostan kuyusunun başına uzanır, içinde kendi yüzünün olağanüstü güzelliğine dalar; kendi güzelliğinin keyfiyle gülerdi.
Çoğu kez oduncuyla karısı ona darılır, "Kimsesiz, yardımcısız kalanlara senin yaptığını biz sana yapmadık. Acınması gereken insanlara karşı neden böyle katısın?" derlerdi.
Çoğu kez yaşlı papaz onu çağırtıp, "Sinek senin kardeşindir, ona ilişme. Ormanlarda uçuşan yabancı kuşların özgürlüğü vardır, keyfin için onları tutma. Kör yılanı da, köstebeği de Tanrı yarattı, hepsinin bir yeri var. Sen kim oluyorsun ki Tanrı'nın dünyasına acı katıyorsun? Yabanın sığırları bile ona şükrediyor," diye yaşayanlara karşı sevgi öğretmeye çalışırdı.
Ama Yıldız Çocuğu, bunların sözlerine aldırış etmez, somurtur, dudak büker, gene acımasız davranışlarını sürdürürdü. Arkadaşları da peşini bırakmazdı, çünkü alımlıydı, ayağına çabuktu, dans eder, kaval çalar, şarkı söylerdi. Nerede Yıldız Çocuğu başlarına geçse peşinden gelirler, ne istese yaparlardı. Sivri bir kamışla köstebeğin bulanık gözlerini oyarken de gülerler, cüzamlılara taş atarken de gülerlerdi. Her şeyde onlara elebaşılık ederdi, tıpkı kendisi gibi onlar da katı yürekli olmuştu.
Günlerden bir gün, köyden yoksul bir dilenci kadın geçti. Giysileri yırtık pırtık, üstü başı paramparçaydı. Ayakları, üzerinde yürüdüğü yamrı yumru yollardan kan içinde kalmıştı, bitkindi. Yorgunluktan koca bir kestane ağacının altında dinlenmeye oturmuştu.
Ama, Yıldız Çocuğu onu görünce arkadaşlarına, "Bakın! Şu güzel, yeşil yapraklı ağacın altında pis bir dilenci karısı oturuyor. Hadi şunu oradan kovalım; çirkinin, suratsızın biri!" dedi.
Hemen yanına yaklaşıp taş attı, alay etti, kadıncağız korku içinde baktı, gözlerini de üstünden ayırmadı. Oracıktaki bir çalılıkta kütük yaran oduncu Yıldız Çocuğu'nun ne yaptığını gördü, koşup onu azarladı; "Sen katı yüreklisin, acıma nedir bilmiyorsun, bu kadın sana ne yaptı ki ona böyle davranıyorsun?" dedi.
Yıldız Çocuğu öfkeden kıpkırmızı kesilip ayağını yere vurdu, "Sen kim oluyorsun da benim ne yaptığımı soruyorsun? Ben senin oğlun değilim ki dediklerini yapayım," dedi.
Oduncu, "Doğru söylüyorsun, ama ben seni ormanda bulduğum zaman acıdım," dedi.
Kadın bu sözleri duyunca, sesi çıktığınca haykırarak düşüp bayıldı. Oduncu, kadını kendi evine kadar taşıdı, karısı bakıp da kadın baygınlığından ayılınca önüne yiyecek içecek getirdiler, gönlünü aldılar.
Ancak kadın ne yedi, ne içti. Oduncuya; "Çocuğun ormanda bulunduğunu söylemedin mi? Hem bundan on yıl önceydi, değil mi?" diye sordu.
Oduncu yanıt verdi: "Ya, ormanda buldumdu onu, bugünden tam on yıl önceydi."
Kadın, "Üstünde ne işaretler bulmuştunuz?" diye haykırdı, "Boynunda bir dizi kehribar vardı, yıldız işlemeli, altın sırmalı bir pelerine sarılıydı, değil mi?"
Oduncu, "Doğru, tıpkı söylediğin gibi," diye, pelerinle kehribar dizisini saklı bulunduğu sandıktan çıkarıp gösterdi.
Onları görünce kadın sevincinden ağlayıp, "Bu çocuk, benim ormanda yitirdiğim küçük oğlum. Rica ederim, onu bana çağırtın, onu aramak için dolaşmadığım yer kalmadı," dedi.
Oduncuyla karısı dışarı çıktılar, Yıldız Çocuğu'nu çağırıp "Eve gir, içerde seni annen bekliyor" dediler.
Çocuk büyük bir merak ve hoşnutlukla, koşa koşa içeri girdi. Ama içerde kendisini bekleyeni görünce küçümseyerek gülüp, "Hani, annem nerdeymiş? Bu bayağı dilenci karısından başka kimseyi göremiyorum burada," dedi.
Kadın, "Senin annen benim!" diye yanıtladı.
Yıldız Çocuğu kızgınlıkla, "Sen çıldırmışsın, ben senin oğlun filan değilim, sen dilencisin, çirkinsin, kılıksızsın. Hadi bakalım çek arabanı, pis suratını bir daha görmeyeyim!" diye bağırdı.
Kadın, "Yok, gerçekten sen benim ormanda doğurduğum küçük oğlumsun!" diye haykırıp dizlerinin üstüne düştü, kollarını çocuğa uzattı; "Haydutlar seni benden çalıp ölmen için yüzüstü bıraktılar. Ama, seni görünce tanıdım. İşaretleri de bildim, sırmalı pelerinle kehribar dizisini. Haydi yalvarıyorum, benimle gel, seni aramak için bütün dünyayı dolaştım. Gel benimle oğlum, çünkü senin sevgin gerekli bana!" diye yalvardı.
Yıldız Çocuğu yerinden bile kıpırdamadı, kadıncağıza yüreğinin kapılarını kapadı. Üzüntüsünden ağlayan kadının hıçkırığından başka hiçbir ses duyulmaz oldu.
Sonunda çocuk konuşmaya başladı; sesi haşin ve acıydı: "Ben kendimi senin gibi bir dilencinin değil, bir yıldızın çocuğu sanıyordum," dedi. "Gerçekten sen benim annemsen, bunu düşün de buraya gelip bana utanç getirecek yerde, uzaklarda kal; daha iyi edersin. Bunun için buradan git, artık seni görmeyeyim!"
Kadın, "Yazık! Oğlum, gitmeden önce beni öpmez misin? Seni buluncaya dek çok acı çektim," dedi.
Yıldız Çocuğu, "Hayır," dedi, "Yüzüne bakılamayacak denli pissin. Seni öpmektense kara yılanı, kara kaplumbağayı öperim, daha iyi."
Kadıncağız da kalkıp acı acı ağlayarak ormanın yolunu tuttu. Yıldız Çocuğu onun gittiğini görünce hoşnut oldu ve arkadaşlarının yanına oynamaya döndü.
Ama, çocuklar onun geldiğini görünce alay ettiler; "Vay, kara kurbağa kadar pis, kara yılan gibi iğrençsin, çekil buradan, bizimle oynamana dayanamayız!" diye onu bahçeye kovdular.
Yıldız Çocuğu somurtup kendi kendine, "Bu bana söyledikleri nedir bunların? Gider bostan kuyusuna bakarım, bana güzelliğimi o söyler," dedi.
Hemen bostan kuyusuna gidip içine baktı. Eyvah! Yüzü kara kurbağanın yüzü gibiydi, gövdesi kara yılanın gövdesi gibi pul puldu. Kendisini otların üstüne atıp ağladı, "Kesinlikle bu durum, işlediğim günah yüzünden başıma geldi. Çünkü ben annemi yadsıdım, kovdum, kendimi beğenip ona acımasız davrandım. Bunun için bütün dünyayı dolaşıp onu ararım, buluncaya dek dinlenmem," dedi.
Oduncunun küçük kızı yaklaşıp elini onun omuzuna koydu, "Güzelliğini yitirmişsen ne zararı var? Bizimle kal, ben seninle alay etmem," dedi.
Çocuk kıza, "Hayır" dedi, "Ben annemin gönlünü kırdım, bu kötülük ceza diye başıma geldi. Bunun için onu bulup kendimi bağışlatıncaya dek dünyayı dolaşacağım."
Hemen koşa koşa ormana gitti, annesine seslendi, ama hiçbir yanıt alamadı. Bütün gün onu çağırdı, güneş batınca yapraklardan bir yatak üstünde yatıp uyudu. Kuşlar da hayvanlar da ondan kaçtı. Çünkü hainliğini biliyorlardı. Onu seyreden kara kurbağayla yanında sürünen kara yılandan başka geleni gideni yoktu; yapayalnızdı.
Sabahleyin kalktı, ağaçlardan birkaç acı yemiş koparıp yedi, koca ormanın içinde acı acı ağlayarak yola düştü. Rasgeldiği her şeyden, belki görmüşlerdir diye annesini sordu.
Köstebeğe, "Sen toprağın altına girebilirsin, söyle bana annem orada mı?" dedi.
Köstebek, yanıt verdi: "Sen benim gözlerimi kör ettin, nereden bileyim."
Keten kuşuna: "Sen upuzun ağaçların tepelerine kadar uçar, bütün dünyayı görebilirsin. Söyle bana annemi görebiliyor musun?" dedi.
Keten kuşu da yanıt verdi: "Sen keyfin için benim kanatlarımı yoldun. Nasıl uçayım?"
Çam ağacında yapayalnız oturan sincaba, "Annem nerde?" dedi.
Sincap da yanıt verdi: "Sen benim annemi öldürdün, kendininkini de mi öldürmek istiyorsun?" dedi.
Yıldız Çocuğu ağlayıp başını eğdi, Tanrı'nın yaratıklarından kendisini bağışlamalarını dileyip dua etti ve dilenci kadını araya araya yolunu sürdürdü. Üçüncü gün ormanın öbür başına varıp ovaya indi.
Köyden geçerken çocuklar eğlenip onu taşa tuttular. Sıradan köylüler yığılı ekine rutubet getirir diye, onun inek ahırında bile uyumasına razı olmadılar. Öylesine yüzüne bakılamayacak denli pisti ki, yanaşmalar onu kovdu, acıyan hiç kimse çıkmadı. Üç yıl dünya yüzünde dolaştı; önünde, yol üstünde sık sık onu görür gibi olduğu, arkasından seslenip ayaklarını keskin çakmak taşları kanatıncaya dek peşinden koştuğu halde hiçbir yerde annesi dilenci kadından haber alamadı. Ona hiçbir yerde yetişemedi; yolun kıyısındaki evlerde oturanlar, annesini de, onun gibi bir kimseyi de görmediklerini söyleyip çocuğun üzüntüsüyle keyiflenirlerdi.
Üç yıl dere tepe bütün dünyayı dolaştı, dünyada da ona karşı ne bir sevgi, ne sevgi iyiliği, ne acıma gördü. Dünya tıpkı büyüklendiği günlerde kendi yarattığı dünya gibiydi.
Bir akşam bir ırmağın kıyısında, sağlam surlu bir kentin kapısına yorgun argın, ayakları şişmiş bir durumda geldi, içeri girmek istedi. Fakat nöbet bekleyen askerler mızraklarıyla geçidi kapayıp sertçe, "Kentte ne işin var?" dediler.
"Annemi arıyorum, ne olur, izin verin gireyim; olur ya, belki bu kenttedir," yanıtını verdi.
Ama askerler onunla alay ettiler; biri, kara sakalını sallayıp kalkanını indirdi; "Doğrusu annen seni görürse hiç de sevinmez, sen bataklık kurbağasından daha pis, çamurlarda sürünen kara yılandan daha çirkinsin. Hadi defol, defol hadi. Annen bu kentte oturmuyor," dedi.
Elinde sarı bir sancak tutan biri, "Annen kim, ne için arıyorsun?" diye sordu.
Çocuk, "Annem de tıpkı benim gibi bir dilencidir, ben kendisine kötü davrandım, ne olur, izin verin geçeyim de buradaysa yalvarayım, beni bağışlasın," dedi. Ama onu bırakmadılar, mızraklarıyla dürttüler.
Ağlaya ağlaya dönerken, zırhı altın kakma çiçekli, tolgasının üstünde kanatlı bir aslan kabartması bulunan biri, askerlere doğru gelip, içeri girmek isteyenin kim olduğunu sordu. Askerler de ona, "Dilenci oğlu dilenciymiş, biz de kovduk!" diye yanıt verdiler.
Gelen zırhlı gülerek, "Hayır, o pis yaratığı köle diye satarız, bir tas tatlı şarap parası çıkar," diye haykırdı. Oradan geçen kötü suratlı, yaşlı adam, "On paraya ben alırım onu," dedi. Parayı verince Yıldız Çocuğu'nu elinden tutup kentin içine götürdü.
Birçok sokaktan geçtikten sonra, önünde bir nar ağacı olan bir duvarın içine açılan küçük bir kapıya geldiler. Yaşlı adam, kapıya yontma dehneden bir yüzükle dokununca kapı açıldı; pirinçten yapılmış beş basamak merdivenden çıkarak yanmış kilden yeşil küplerle, kara haşhaşlarla dolu bir bahçeye girdiler. Yaşlı adam, sarığından işlemeli bir çevre çıkarıp Yıldız Çocuğu'nun gözlerini bağladı ve önüne katıp götürdü. Gözlerinden çevre sıyrılınca Yıldız Çocuğu kendisini boynuzdan bir fenerle aydınlanmış bir zindanda buldu.
Yaşlı adam, önüne bir tepsinin içinde biraz küflü ekmek koyup, "Ye!" dedi. Bir fincana da acı su kuyup "İç!" dedi. Çocuk bunları yiyip içtikten sonra, adam kapıyı onun üstüne kilitledi, demir bir zincirle sımsıkı bağladı, gitti.
Sanatını Nil türbelerinde oturan birinden öğrenmiş olan yaşlı adam, o Libya'nın en şeytan sihirbazı yeniden geldi, kaşlarını çatıp, "Bu gâvur kentinin kapısına yakın bir ormanda üç altın akçe var. Akçelerin biri ak altından, biri arı altın, üçüncüsü de kızıldır. Bugün bana ak altın akçeyi getireceksin; getirmeyecek olursan sana yüz değnek vururum. Hadi bakalım, çabuk git, gün batarken seni bahçe kapısında beklerim. Ak altın akçeyi getirmeye bak; yoksa kötü olur, çünkü sen benim tutsağımsın, ben seni bir tas tatlı şarap parasına aldım," dedi. Yıldız Çocuğu'nun gözlerini işlemeli çevreyle bağlayıp, evden, haşhaş bahçesinden, beş basamaklı pirinç merdivenden çıkardı. Küçük kapıyı da yüzükle açtıktan sonra sokakta bıraktı.
Yıldız Çocuğu, kentin kapısından çıkıp sihirbazın söylediği koruluğa geldi.
Bu orman, dışardan bakınca öten kuşlar, güzel kokulu çiçeklerle dolu gibi, pek güzel görünüyordu; ancak bu güzelliğin ona pek az yararı dokundu, çünkü ne yana gitse yerden sert çalılarla dikenler fışkırıp dört bir yanını çeviriyor, ısırganlar dağlıyor, devedikenleri hançerlerini batırıyordu; dayanılmaz acılar içindeydi. Sabahtan öğleye, öğleden gün batıncaya dek aradığı halde sihirbazın söylediği ak altın akçeyi hiçbir yerde bulamadı. Gün batarken acı acı ağlayarak eve doğru döndü; çünkü başına gelecekleri biliyordu.
Ama ormanın kıyısına gelince, sık ağaçlıklardan, birinin acıyla çığlık atmasına benzer bir şeyler duydu. Kendi üzüntüsünü unutup döndü, koşa koşa oraya doğru gitti; orada bir avcının kurduğu tuzağa tutulmuş bir tavşan gördü.
Yıldız Çocuğu ona acıdı, kurtardı, "Ben kendim tutsağım ama yine de sana özgürlüğünü veriyorum," dedi.
Tavşan yanıt vererek, "Gerçekten bana özgürlüğümü bağışladın, şimdi buna karşılık sana ne vereyim?" diye sordu.
Yıldız Çocuğu, "Ben ak altından bir akçe arıyorum, hiçbir yerde bulamıyorum, sahibime götürmezsem beni dövecek," dedi.
Tavşan, "Benimle gel, seni oraya götüreyim," dedi, "Onun nereye, hem de ne için saklandığını biliyorum."
Yıldız Çocuğu tavşanla birlikte gitti, koca bir meşenin yarığında aradığı ak altın akçeyi gördü. İçi sevinçle doldu, akçeyi kapıp tavşana, "Sana ettiğim hizmetin karşılığını kaç kat verdin, sana gösterdiğim iyiliğin yüz katını ödedin," dedi.
Tavşan, "Hayır, sen bana ne yaptınsa, ben de sana o kadar yaptım," diyerek çabucak kaçtı. Yıldız Çocuğu da kente doğru yollandı.
Kentin kapısında cüzamlı biri oturuyordu. Yüzüne kül rengi bir başlık örtülmüştü, göz deliklerinden gözleri kızıl kor gibi parlıyordu. Yıldız Çocuğu'nun geldiğini görünce, tahta bir çanağa vurup takırdattı, çıngırağını çıngırdattı, ona seslenip, "Bana para ver, yoksa açlıktan öleceğim. İşte beni kentten attılar. Bana hiç acıyan yok," dedi.
Yıldız Çocuğu, "Yazık!" diye haykırdı, "Heybemde para olarak bir tanecik pulum var, onu sahibime götürmezsem beni döver, çünkü ben onun tutsağıyım."
Ama cüzamlı ona yalvardı yakardı, sonunda Yıldız Çocuğu acıyıp ak altın akçeyi ona verdi.
Eve gelince kapıyı sihirbaz açtı, çocuğu içeri götürdü, "Ak altın akçe var mı?" diye sordu. Yıldız Çocuğu yanıt verdi: "Yok!" Sihirbaz üstüne atılıp onu dövdü; önüne boş bir tabak koyup, "Ye!" dedi. Boş bir fincan verip, "İç!" diye zindana attı.
Ertesi gün gelip, "Bana sarı altın akçeyi getirmezsen seni yanımda tutsak diye alıkor, üç yüz değnek vururum," dedi.
Yıldız Çocuğu da koruya gitti, bütün gün sarı altın akçeyi aradı, aradı, ama bulamadı. Gün batarken durup ağlamaya başladı! Ağlarken tuzaktan kurtardığı küçük tavşan çıkageldi.
Tavşan ona, "Neye ağlıyorsun, koruda ne arıyorsun?" dedi.
Yıldız Çocuğu yanıt verdi: "Burada saklanmış sarı altından bir akçeyi arıyorum; onu bulamazsam sahibim beni dövecek, beni tutsak diye alıkoyacak."
Tavşan, "Gel, peşimden!" diye haykırıp koruluğun içinden bir gölcüğe varıncaya dek koştu. Sarı altın orada, suyun dibinde duruyordu.
Yıldız Çocuğu, "Sana nasıl teşekkür edeyim? İşte bununla ikidir yardımıma yetişiyorsun," dedi.
Tavşan, "Hayır, ilkin sen bana acıdın," diye çabucak kaçtı.
Yıldız Çocuğu da sarı altın akçeyi aldı, heybesine koyup hemen kente doğru yollandı. Fakat cüzamlı onun geldiğini görünce karşılamaya koştu. Diz çöküp haykırdı: "Bana para ver, yoksa açlıktan öleceğim."
Yıldız Çocuğu ona, "Para olarak heybemde bir tanecik pulum var. Eğer sahibime götürmezsem beni dövecek, tutsak olarak alıkoyacak," dedi.
Ama cüzamlı yalvardı yakardı, onu kandırdı. Sonunda Yıldız Çocuğu acıyıp sarı altın akçeyi ona verdi.
Eve gelince, kapıyı sihirbaz açtı, onu içeri alıp, "Sarı altın akçe üzerinde mi?" dedi. Yıldız Çocuğu, "Yok!" dedi. Sihirbaz üstüne çullanıp onu dövdü. Zincirlerle bağlayıp gene zindana attı.
Ertesi gün yanına gelip, "Bugün bana kızıl altın akçeyi getirirsen sana özgürlüğünü veririm, getirmezsen kesinlikle gebertirim,' dedi.
Yıldız Çocuğu gene koruya gitti, bütün gün kızıl altın akçeyi aradı, ama hiçbir yerde bulamadı, akşamleyin oturup ağladı, ağlarken küçük tavşan çıkageldi.
Tavşan ona, "Aradığın kızıl altın akçe arkandaki mağarada, hadi artık ağlama, sevin," dedi.
Yıldız Çocuğu, "Seni nasıl ödüllendireyim? Bak bununla üçtür yadımıma yetişiyorsun," dedi.
Tavşan, "Hayır, ilkin sen bana acıdın," deyip çabucak kaçıverdi.
Yıldız Çocuğu mağaraya girdi. Ta öbür bucağında kızıl altın akçeyi buldu ve heybesine koyup ivedilikle kentin yolunu tuttu. Cüzamlı onun geldiğini görünce yolun ortasında durup seslendi, ona, "Kızıl altın akçeyi bana ver, yoksa ölürüm," dedi. Yıldız Çocuğu ona gene acıdı, "Senin gereksinmen benimkinden de çok," diyerek kızıl altın akçeyi verdi. Ancak, gene içinde bir sıkıntı vardı. Çünkü başına gelecekleri biliyordu.
Ama o ne? Kentin kapısından geçerken nöbetçiler eğilip, "Efendimiz ne kadar güzelmiş," diyerek saygılarını sundular, kentlilerden büyük bir kalabalık peşinden gelip, "Bütün dünyada böyle güzel hiç kimse yoktur," diye haykırıştılar. Yıldız Çocuğu ağlayıp, kendi kendine, "Kesinlikle benimle alay ediyorlar, düşkünlüğümle eğleniyorlar," dedi.
Halkın kalabalığı öyle genişti ki, çocuk yolunu izini yitirdi; sonunda kendisini ortasında Kral Sarayı bulunan bir alanda buldu.
Sarayın kapısı açıldı, rahiplerle kentin yüksek görevlileri onu karşılamaya koştular, önünde eğilip, "Sen şimdiye dek beklediğimiz efendimizsin, Kralımızın oğlusun," dediler.
Yıldız Çocuğu yanıt verdi: "Ben kral oğlu filan değilim, yoksul bir dilenci kadının oğluyum. Nasıl oluyor da bana güzel diyorsunuz, çünkü ben ne kadar çirkin olduğumu biliyorum?" dedi.
O zaman zırhı altın kakma çiçekli, tulgasının üstünde kanatlı aslan kabartması olan adam bir kalkan tutup, "Efendimiz nasıl güzel olmadıklarını söylerler?" diye haykırdı.
Yıldız Çocuğu baktı; yüzü tıpkı eskisi gibiydi, güzelliği geri gelmişti, gözlerinin içinde de o ana dek hiç görmediği bir anlatım belirmişti.
Rahiplerle yüksek görevliler önünde dize gelip, "Bizi yönetecek olanın tam bugün geleceği önceden bildirilmişti. Bunun için efendimiz bu tacı, bu asayı kabul buyursunlar, adaletleriyle, acımalarıyla başımıza kral olsunlar," dediler.
Ama o, "Ben buna uygun değilim; çünkü beni doğuran annemi yadsıdım, onu bulup kendimi bağışlatıncaya değin de içim rahat edemez. Bunun için, bana taçla asa getirmişsiniz ama, bırakın da gideyim; bütün dünyayı dolaşayım, burada zaman yitirmeyeyim," diyerek, onlardan ayrılıp kentin kapısına giden sokağın yolunu tuttu. Askerlerin çevresinde sıkışan halkın arasında dilenci kadını gördü. Yanı başında da yol kıyısında oturan cüzamlı duruyordu.
Dudaklarından bir sevinç çığlığı çıktı; koştu, diz çöküp annesinin ayaklarındaki yaraları öptü, göz yaşlarıyla ıslattı.
Başını tozlara koydu, yüreği parçalanır gibi hıçkıra hıçkıra, "Anne, gurur saatimde seni yadsıdım, düşkünlük saatimde beni kabul et. Anne, sana nefretimi verdim; sen bana sevgini verir misin? Anne, seni geri çevirdim; şimdi çocuğunu kabul et" dedi.
Ama dilenci kadın tek bir söz bile söylemedi.
Genç, ellerini uzattı, cüzamlının beyaz ayaklarını sımsıkı tuttu. Sana üç kez acımamı sundum. Anneme yalvar, bir kezcik bana söz söylesin," dedi. Ama, cüzamlı ona bir söz bile söylemedi.
O, gene hıçkırdı, "Anneciğim, acım dayanabileceğimden çok fazla. Beni bağışla da gene ormana gideyim," dedi. Dilenci kadın elini onun başına koyup, "Kalk," dedi. Cüzamlı da elini onun başına koyup, "Kalk," dedi.
O da ayağa kalkıp onlara baktı. Oo! Karşısındakiler bir kralla bir kraliçeydi.
Kraliçe ona, "Bu, yardımına yetiştiğin cüzamlıdır," dedi.
Kral da, "Bu, ayaklarını gözyaşlarınla yıkadığın annendir," dedi.
İkisi de boynuna sarılıp onu öptüler, saraya götürdüler, güzel kaftanlar giydirdiler, başına tacı geçirip eline hükümdarlık asasını verdiler; o da ırmak kıyısındaki kentin efendisi oldu, orayı yönetti.
Herkese adaletini, acımasını bol bol sundu; hain sihirbazı sürdü; oduncuya da, karısına da değerli armağanlar gönderdi; çocuklarına büyük saygı gösterdi. Hiç kimsenin de kurda kuşa eziyet etmesine dayanamadı; herkese sevgiyi, iyilik sevgisini, sevecenliği öğretti. Yoksullara yiyecek, çıplaklara giyecek verdi, yurdun her bucağını barış ve bolluk kapladı.
Ama saltanatı çok sürmedi, çektiği acılar o denli büyük, sınav ateşi o denli acıydı ki üç yıl içinde göçüp gitti; arkasından gelen acımasız biriydi.

0

28

http://static.ideefixe.com/images/23/23349_2.jpg
Скачать

0

29

Отличный сайт со сказками + аудирование на английском и турецком + текст

Kırmızı Başlıklı Kız
Kara Tren
Kuşlar Tiyatrosu
Obur Kaplumbağa
I Want The Sun
Çirkin Kız
Hansel ve Gretel
Bezelye Prenses
Tavşan ile Kaplumbağa
İki Kurbağa
Aslan’ın Sarayı
Sihirli Söz
Yoksul Kunduracı
Fareli Köyün Kavalcısı
Hansel ve Gretel
Kibritçi Kız
Çirkin Ördek Yavrusu
Kurbağa Prens
Kıymetli Tuz
Bremen Mızıkacıları
Kurbağa Prens
Kiraz Ağacı
Padişah ile İhtiyar Çiftçi
Çizmeli Kedi
Dağınık Çocuk
Tembel Tavşan
Kül Kedisi (Cinderella)
Fareli Köyün Kavalcısı
Güzel ve Çirkin

0

30

На этом сайте озвученные сказки, тексты которых есть в этой теме, т.е. читаем и слушаем!

0

31

Keloğlan ve dev самая любимая сказка!!! никакой только вот справедливости нет)))

0

32

Подскажите где еще можно найти тексты турецких сказок..вот например -akil ve talih.., bayan tavuk ,can hayvan,  fareli koyun  kavalcisi , karga ile tilki,  tembelligi birak calis  ,verilen soz tutulmali .аудирование- хорошая  штука- но иногда трудно на слух воспринимать -поэтому хотелось бы еще иметь перед глазами текст для лучшего восприятия :blush:

0


Вы здесь » Турецкая сказка » Турецкий язык » Сказки на турецком языке